Lozan'a Giden Yol - 7
- Ünal Somuncu

- 24 Tem 2020
- 11 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 27 Tem 2020
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI

Lozan Barış Konferansı sürecinde yapılan uzun, yorucu ve zorlu müzakerelerin, göğüslenen zorlukların ve katlanılan baskıların ayrıntıları ile imzalanan Barış Antlaşması ve ona ek toplam 17 adet anlaşma, sözleşme, protokol, bildiri ve benzeri hukuki ve diplomatik belgelerin tam metinleri incelenmek istenirse, Prof. Dr. Seha L. Meray’ın Fransızca’dan Türkçe’ye çevirdiği, İsmet İnönü’nün “önsözünü” yazdığı ve A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından 1969’da yayınlanan “Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar-Belgeler” adlı 8 ciltlik kaynak esere başvurulabilir.
Konferans tutanaklarının incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, en güç konular ve sorunlar birinci dönemde konuşulmuş ve genellikle çözüme bağlanmıştır. İkinci dönemde bunlar kesinleştirilmiş ve ikincil sorunlar ele alınmıştır. Antlaşma ve eklerinin ana çizgilerle özetlenmesine geçmeden, müzakere sürecinde masaya sürülen birkaç dikenli noktayı belirtmek gerekir. “Azınlıklar” sorunu kapsamında “Ermeni Yurdu” konusu uzun tartışmalara yol açmış, fakat Ankara’nın kırmızı çizgilerinden biri olduğu için Antlaşma ve eklerine terim olarak dahi girmemiştir. Türk tarafı “Fener Rum Patrikhanesi”nin yurt dışına çıkartılması hususunda ısrarcı olmuştur. Buna karşı direnen İtilaf Devletleri temsilcileri, Patriğin yalnız ruhani yetkilerle yetinmesi koşuluyla makamının Türkiye’de kalmasını sağlamışlardır. İmzalanan hukuki belgelerde Patrikhanenin adı hiç geçmemiştir.
143 maddeden oluşan Barış Antlaşmasının 1. maddesine göre, Antlaşmanın yürürlüğe girişi tarihinden başlayarak, bir yandan İngiliz İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve öte yandan Türkiye arasında barış durumu kesin olarak başlamış olacak ve taraflar arasında resmi ilişkiler kurulacaktır.
“Ülkeye ilişkin hükümler” başlıklı bölümde madde 2-22 sınırları belirlemektedir. 1629 Kasr-ı Şirin Antlaşması ile belirlenmiş İran sınırı ile 1921 Moskova Antlaşması ile saptanan Sovyetler Birliği sınırı Konferans’ta doğal olarak görüşülmemiştir. Doğu Trakya’nın Türkiye’de kalması kesinleşmektedir. Bulgaristan’ın güney sınırı, Karadeniz’den Meriç Irmağı’na kadar, 1919’daki Bulgar-Yunan sınırı olarak belirlenmektedir. Meriç’ten sonraki sınır Edirne’yi içine alarak Türk-Yunan sınırına dönüşmekte ve Ege Denizi’ne kadar Irmağı izlemektedir. Konferansta imzalanan “Trakya Sınırına İlişkin Sözleşme” hükümlerine göre, Türkiye-Bulgaristan-Yunanistan sınırının her iki tarafında yaklaşık 30 km’lik bir alan askerden arındırılmaktadır. Bu düzenleme 2. Dünya Savaşı tehdidinin belirdiği 1938’de yapılan bir antlaşmayla karşılıklı olarak kaldırılmıştır. 20 Ekim 1920 tarihli Türk-Fransız antlaşmasıyla belirlenen Türkiye-Suriye sınırı aynen kabul edilmektedir. Bunun bugünkü sınırdan tek farkı Hatay’ı dışarıda bırakmasıydı. Anımsanacağı gibi, Hatay da 1939’da Türkiye’ye katılmıştır. Irak’la sınır saptanamamıştır. Madde-3/2, “Türkiye ile Irak arasındaki sınır, işbu Antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde iki Hükümet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti Meclisine götürülecektir. Sınır çizgisi konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve İngiliz Hükümetleri, kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların şimdiki durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askeri ya da başka bir harekette bulunmamayı karşılıklı olarak yükümlenirler.” hükmünü getirmiştir. Bu maddenin yazılımından bile İngiltere’nin petrol yatakları bulunan ve çok büyük bir askeri kuvvetle işgali altında tuttuğu Musul’u ve Kerkük’ü bırakmamaya kararlı olduğu anlaşılmaktadır. Öngörülen dokuz aylık süre içinde Türkiye’yi oyalayıp, konuyu, söz sahibi olduğu Milletler Cemiyeti Meclisi’ne götürüp oradan istediği kararı çıkartması kesindi. Nitekim böyle de oldu. Hiç kuşkusuz Türk tarafı bu durumu açık seçik görmüştür. Barış müzakerelerinin devam ettiği, savaş durumunun henüz bitmediği, İstanbul’un, Boğazların ve Marmara Denizi’nin hala İtilaf Devletleri işgali altında bulunduğu sırada, Birinci Dünya Savaşından en güçlü Devlet olarak çıkmış İngiltere ile silahlı çatışmaya girme seçeneği gerçekçi ve akılcı bulunmamıştır.
Gökçeada (İmroz), Bozcaada ve Tavşan Adaları Türkiye’ye bırakılmaktadır. Bunlar dışındaki bütün Kuzey Ege Adaları, silahsızlandırılmak koşuluyla Yunanistan’a verilmektedir. Madde-12’nin son cümlesi gereği, “… İşbu Antlaşmada aykırı bir hüküm bulunmadıkça, Asya kıyısından 3 milden az bir uzaklıkta bulunan adalar, Türk egemenliği altında” kalmaktadır. Madde-15 hükmü uyarınca, “Türkiye, … bugünkü durumda İtalya’nın işgali altında bulunan (Oniki Ada) üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçer.”
Madde-17 uyarınca, “Türkiye’nin Mısır ve Sudan üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçişi, 5 Kasım 1914 tarihinden başlayarak yürürlüğe girmiş olacaktır.” Madde-20 gereğince, “Türkiye, İngiliz Hükümetince 5 Kasım 1914’de ilan edilen, Kıbrıs’ın İngiltere’ye katılışını tanıdığını bildirir.” Madde-22’ye göre, “Türkiye, … 18 Ekim 1912 tarihli (Uşi) Antlaşması … uyarınca, ne nitelikte olursa olsun, Libya’da yararlandığı bütün haklarının ve ayrıcalıklarının kesin olarak sona erdiğini tanıdığını bildirir.”
Konferansın kesilmesine en büyük neden olan ve üzerinde uzun ve hararetli tartışmaların yapıldığı çetrefil kapitülasyonlar sorunu, iki satırlık bir hükümle kaldırılmıştır. Madde-28: “Bağıtlı Yüksek Taraflar, her biri kendi yönünden, Türkiye’de Kapitülasyonların her bakımdan kaldırıldığını kabul ettiklerini bildirirler.”

“Uyrukluk” başlıklı kesimde, madde-30 uyarınca, “… Türkiye’den ayrılmış ülkelerde yerleşmiş Türk uyrukları hukukça ve yerel yasaların öngördüğü şartlarla, bu ülke hangi Devlete bırakılmışsa o Devletin uyruğu olacaktır.” Madde- 36’ya göre, “… evli kadınların durumu kocalarının ve 18 yaşından küçük çocukların durumu da ana-babalarının durumuna göre ayarlanacaktır.”
“Azınlıkların korunması” üçüncü kesimde (madde 37-45) düzenlenmiştir.
Birinci Dünya Savaşından sonra galip Devletler yaptıkları tüm barış antlaşmalarında “azınlık” terimini “soy, dil ve din” esasına dayandırmışlardı. Türk Heyeti zor bir işi başararak, Lozan Barış Antlaşması ve eklerinde bu terimin “gayrimüslimler” olarak dar bir çerçevede tanımlanmasını sağlamıştır. Bu uzlaşı, İtilaf Devletleri’nin Türkiye’de oturmakta olan kendi vatandaşlarını güvenceye alma endişelerini de karşılamış oluyordu. Antlaşmanın düzenlediği uluslararası güvenceden yalnız gayrimüslimler yararlanabileceklerdi. Uygulamada da bu terim Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerine indirgenmiştir.
Madde-37 gereğince, “Türkiye, 38. Maddeden 44. Maddeye kadar maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun, … yönetmeliğin ve … resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir kanun, … yönetmelik ve … resmi işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir.” Madde-38’e göre, “Türk Hükümeti, Türkiye’de oturan herkesin, doğum, bir ulusal topluluktan olma, dil, soy ya da din ayırımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir. Türkiye’de oturan herkes, her inancın, dinin ya da mezhebin, kamu düzeni ve ahlak kurallarıyla çatışmayan gereklerini, ister açıkta isterse özel olarak, serbestçe yerine getirme hakkına sahip olacaktır. Gayrimüslim azınlıklar, bütün Türk uyruklarına uygulanan, … ulusal savunma ya da kamu düzeninin korunması… önlemleri saklı kalmak koşuluyla, dolaşım ve göç etme özgürlüklerinden tam olarak yararlanacaklardır.” Madde-39 uyarınca, “Gayrimüslim azınlıklara mensup Türk uyrukları, Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaşlık haklarıyla siyasal haklardan yararlanacaklardır. Türkiye’de oturan herkes, din ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşit olacaktır. (...) Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır. Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.” Madde-40, “Gayrimüslim Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır” hükmünü getirmektedir. Madde-41, “… Bu hüküm, Türk Hükümetinin, söz konusu okullarda Türk dilinin öğrenimini zorunlu kılmasına engel “olamayacağını belirtmektedir. Madde-42 gereğince, “Türk Hükümeti, gayrimüslim azınlıkların aile durumlarıyla kişisel durumları konusunda, bu sorunların, söz konusu azınlıkların gelenek ve görenekleri uyarınca çözümlenmesine elverecek bütün önlemleri almayı kabul eder.” 1926 yılında Medeni Kanun’un kabulünden sonra resmi nikâh zorunlu kılındı. Bunun üzerine Hükümet’in çağrısı üzerine, gayrimüslim azınlık cemaatleri bu haktan feragat ederek, kilise ya da havrada dini nikâh yaptırmadan önce resmi nikâh kıydırılmasını kabul ettiler. Bu maddenin 3. fıkrası uyarınca, “Türk Hükümeti, söz konusu azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve öteki din kurumlarına tam bir koruma sağlamayı yükümlenir. Bu azınlıkların Türkiye’deki vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacak ve Türk Hükümeti, yeniden din ve hayır kurumları kurulması için, bu nitelikteki öteki kurumlara sağlanmış gerekli kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyecektir.” Madde-45, “Bu Kesimdeki hükümlerle, Türkiye’nin gayrimüslim azınlıklarına tanınmış olan haklar, Yunanistan’ca da kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır.” hükmünü koymuştur. Bu hüküm gereğince, Yunanistan’ın, halen Batı Trakya’da yaşayan Müslüman Türk azınlığa sözü edilen hakları tanımaya mecburdur.
“Mali hükümler” bölümünde “Osmanlı Devlet Borcu” ele alınmaktadır. Madde-46, anılan borcu;
-“Türkiye”,
-“1912-13 Balkan Savaşları sonucu kendilerine Osmanlı İmparatorluğu’ndan topraklar katılmış Devletler”,
-“işbu Antlaşmanın 12. ve 15. Maddelerinde belirtilen adalarla, bu maddenin son fıkrasında belirtilen toprak parçası kendilerine bırakılmış olan Devletler”,,
-“işbu Antlaşma uyarınca Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmış Asya toprakları üzerinde yeni kurulan Devletler” arasında bölüştürülmesini ilke olarak hükme bağlamıştır. 50. Madde, anılan borçları Balkan Savaşı’ndan öncekiler ve bununla Birinci Dünya Savaşı arasında alınan borçlar biçiminde yukarıda belirtilen ülkeler arasında paylaştırmaktadır.
Madde-47, bu borçların yıllık ödemelerinin borçlu ülkeler arasında paylaştırılmasının Osmanlı Devlet Borcu (Düyun-u Umumiye-i Osmaniye) Meclisi tarafından yapılacağını ve madde-49, sözü edilen paylaştırmadan sonra borcun ödenme koşullarının Paris’te kurulacak bir Komisyon tarafından saptanacağını belirtmektedir.
Türkiye, payına düşen borç konusunda alacaklılarla anlaşmaya varınca Osmanlı Devlet Borcu İdaresi’nin gelir kaynakları yeniden Devlete geçti ve bu örgüt de sınır dışına çıkartıldı. Üslendiği Paris’te sadece Türkiye’nin ödediği taksitleri alacaklılara ulaştıran bir aracı kuruluş olarak görev yaptı.
Madde-58 hükmü ile, bağıtlı Devletler karşılıklı olarak savaş tazminatından ve birtakım ödemelerden vazgeçmişlerdir. “Bir yandan Türkiye ve öte yandan (Yunanistan dışında) öteki Bağıtlı Devletler, (…) 1 Ağustos 1914 ile 24 Temmuz 1923 tarihleri arasında uğramış oldukları çeşitli savaş zararlarından doğan kayıp ve zararlarından dolayı her türlü parasal istemde bulunma hakkından karşılıklı olarak vazgeçerler.” (…) “Türkiye, Osmanlı Devlet Borcu Meclisi adına Reichsbank’a yatırılması gerekli altın paralar üzerindeki her türlü haktan, (Yunanistan dışında) öteki Bağıtlı Devletler yararına vazgeçer.” (…) “Türkiye, Osmanlı Hükümeti’nce İngiltere’ye ısmarlanmış ve İngiliz Hükümeti’nce 1914’de alıkonulmuş olan savaş gemileri için ödenmiş bulunan paranın geri verilmesini İngiliz Hükümeti’nden ya da İngiliz uyruklarından istememeyi kabul eder.”
Madde-59, “Yunanistan, Anadolu’da, savaş yasalarına aykırı olarak, Yunan ordusu ya da Yunan yönetiminin eylemleriyle işlenmiş zararları onarma yükümünü kabul eder. Öte yandan, Türkiye, Yunanistan’ın (…) mali durumunu dikkate alarak, onarımlar karşılığı olarak, Yunan Hükümetine karşı yöneltebileceği her türlü zarar-giderim isteminden vazgeçer.” hükmünü koymuştur. Bununla beraber, tazminatın alınmaması karşılığında, sınırdaki Karaağaç, antlaşmaya ek imzalanan XV sayılı protokolle Türkiye’ye verilmiştir.
Konferansta imzalanan diğer bağıtlar arasında en önemlilerinden biri “Türk ve Yunan Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”dur. 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanmıştır. Araya bunca düşmanlık girdikten sonra değişik etnik toplulukların bir arada yaşaması zordu. Türkiye’nin nüfus değişimini istemesi için özel nedenleri de vardı: Batı Anadolu ve Trakya’daki çok sayıda Rum Yunan ordusuna yazılarak uyruğu oldukları ülkeye karşı savaşmışlardı. Karadeniz Rumları da Aralık 1920’den 1923 yılı başlarına kadar ulusal kurtuluş hareketine karşı isyan halinde olmuşlardı. İleride bunların tekrar ayaklanmaları ya da bir Yunan istilası için bahane olmaları ihtimali yok sayılamazdı. Sorunun müzakeresi sırasında Türkiye mübadelenin zorunlu olmasını istemiştir; Yunanistan ise gönüllü olmasını savunmuştur. Özellikle İngiltere’nin Türk tezi yanında ağırlığını koyması üzerine zorunlu mübadele esasında uzlaşmaya varılmıştır. Mübadelenin kapsamı da sorun olmuştur. Türkiye, mübadelenin Batı Trakya Müslümanları dışında kalan Yunanistan’daki tüm Müslümanlarla, İstanbul Rumları da dâhil Türkiye’de yerleşmiş bulunan tüm Rumları da kapsaması gerektiğini ileri sürmüştür. Yunanistan ise İstanbul Rumlarının mübadele dışı kalmasını türlü gerekçelere dayandırarak istemiştir. İtilaf Devletleri de İstanbul Rumları ile ticari bağlantılarını dikkate alarak İstanbul Rumları’nın mübadele dışı bırakılması hususunda ısrar etmişlerdir. Uzun tartışmalardan sonra Türk Heyeti İstanbul Rumları’nın kapsam dışı kalmasını kabul etmiştir. Nüfus değişimi kapsamında Türkiye’den 1,3 milyon kadar Rum Yunanistan’a ve yaklaşık 500 bin Türk Yunanistan’dan Türkiye’ye göç ettirilmiştir. Gelenlere, toplumsal konumlarına göre, gidenlerin mülkleri verilmiştir. Çiftlik sahibine çiftlik, dükkân sahibine dükkân ve benzeri tahsis edilmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında düşmanla iş birliği yapmayan, tersine Devlete bağlılık gösteren, anadilleri Türkçe olan, Fener Rum Patrikhanesi ile bağlarını koparmış ve Türk Ortodoks Kilisesi’ni kurmuş olan “Karamanlı” diye anılan Orta Anadolu Rumları da mübadele kapsamında Yunanistan’a gönderildiler. Bunların Yunanistan’da büyük uyum sorunları olmuştur. Aynı şekilde, Girit’ten ve Yanya’dan gelen birçok Türk’ün de anadili Rumca idi ve genellikle pek az Türkçe biliyorlardı. Türkiye’de de bunların uyum sorunları oldu. Konuyu kapatırken, Batı Trakya’daki Türklerle İstanbul’daki Rumların değişim dışında tutulduklarını vurgulayalım. Yunanistan’ın da “Megali İdea” yani büyük Yunanistan kurma hevesinden hala resmen vazgeçmediğini anımsayalım.
Boğazlar sorunu “Boğazlar Rejimine İlişkin Sözleşme” ile düzenlenmiştir. Bunun hükümlerine göre, hem barış hem de savaş zamanında Boğazlardan geçiş en serbest biçimde düzenlenmektedir. Türkiye savaşa girse bile tarafsız gemi ve uçaklar serbestçe geçebileceklerdir; ancak, Türkiye bunları denetleyebilecektir. Ayrıca, Türkiye, Boğazlarda, asayişin korunması için gerekli sayıda polis ve jandarma kuvveti dışında asker ve silah bulundurmayacaktır. Boğazlarla ilgili hükümlerin uygulanmasını denetlemek üzere “Boğazlar Komisyonu” adında bir uluslararası kurul kurulacaktır. Komisyon yetkilerini Boğazların suları üzerinde kullanacaktır. Bu hükümler, Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğini açıkça sınırlamaktadır. İkinci Dünya Savaşı rüzgârları esmeye başlayınca, Türkiye, Boğazlar sorunun değişen koşullara göre yeniden ele alınmasını istemiş ve 1936’da İsviçre’nin Montrö kentinde bir uluslararası konferans toplanmıştır. 20 Temmuz 1936’da imzalanan “Montreux Boğazlar Sözleşmesi” ile Türkiye’nin Boğazları dilediği gibi savunabilmesi kabul edilmiş ve Uluslararası Boğazlar Komisyonu kaldırılmıştır. Bu sözleşme ayrıca incelenmelidir.
“Yerleşmeye ve Yargı Yetkisine İlişkin Sözleşme”, Türkiye’nin egemenliğini geçici olarak sınırlayan bağıtlardan biridir. Olağan durumlarda bir ülkenin kendi iç hukuk düzenlemesine tabi olması gereken yerleşme ve yargı yetkisi konuları bir uluslararası düzenlemeye konu olmaktadır. Gerçi Sözleşmede karşılıklılık ilkesi gözetilmektedir; şöyle ki, Türk uyrukları da öteki imzacı ülkelerde aynı haklardan yararlanacaklardır. Sözleşme, yürürlüğe girişinden itibaren 7 yıl için geçerli kılınmıştır ve bu süre sonunda kendiliğinden sona ermiştir. Bu Sözleşme kapsamında Türk Heyeti, İngiltere, Fransa ve İtalya’ya verdiği içeriği aynı birer mektupta, bunların Türkiye’de bulunan din, öğretim, sağlık ve yardım kurumlarını tanımaktadır. Bunların parasal bakımdan Türk kurumlarıyla eşit muamele görecekleri ve Türk yasalarına bağlı olacakları bildirilmektedir. Bununla beraber, bunların kuruluş biçimleri ve çalışma koşulları da “göz önünde tutulacaktır.” Ülkemizdeki yabancı okulların devamı böyle mümkün olmuştur.
“Ticaret Sözleşmesi” de Türk egemenliğini gümrükler konusunda geçici süre kısıtlayan bir diğer bağıttır. Bu sözleşmenin hükümlerine göre, 1 Eylül 1916’da yürürlüğe giren gümrük tarifeleri 5 yıl süreyle dondurulmaktadır. Bu süre 1929 yılında, dünya ekonomik bunalımı çıktığı sırada sona ermiş ve Türkiye gümrük vergisini arttırarak kendini bunalımın etkilerinden koruma olanağı bulmuştur. Sözleşmenin 9. maddesine göre, Türkiye kabotaj, yani ülkesinin bir limanından alınan malların bir başka limanına deniz yolundan taşınması ve liman hizmetlerini kendi yetkisi altına almaktadır.
“Sağlık Sorunlarına İlişkin Bildiri” ile Türk Hükümeti, “… 5 yıl süreyle, sınırlarının Sağlık Yönetim Danışmanı olarak, Avrupalı 3 hekim atayacağını” kabul etmektedir. Gerçi, “… bu hekimler, Türk memurları olacaklar ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı bulunacaklardır.” Ulusal egemenliğe getirilen bu kısıtlama da 5 yıl sonra kalkmıştır.
“Yargı Yönetimine İlişkin Bildiri” de ulusal egemenliği geçici olarak sınırlamaktadır. Bildiriye göre, “Türk Hükümeti, 5 yıldan az olmamak üzere gerekli göreceği bir süre için, hizmetine derhal Avrupalı hukuk danışmanları almak niyetindedir. (…) bunlar Türk memurları olacaklardır. (…) Bu hukuk danışmanları Adalet Bakanına bağlı olacaklar ve (…) hukuk reformları komisyonlarının çalışmalarına katılacaklardır.” Bu bildiri de 5 yıldan sonra geçerliliğini yitirdi. Zaten, başta Medeni Kanun olmak üzere Türkiye hukuk reformlarının en önemlileri bu süre içinde yapılmıştır.
“Osmanlı İmparatorluğu’nda Birtakım İmtiyazlara İlişkin ve Protokol” hükümleri ile Osmanlı döneminde verilen bazı imtiyazlar tanınmaktadır. Madde-1 uyarınca, “Bir yandan Osmanlı Hükümeti ya da herhangi bir yerel makamla, öte yandan, Türkiye dışında bağıtlı Devletlerden birinin (ortaklıkları da kapsamak üzere) uyrukları arasında, 29 Ekim 1914 tarihinden önce usulüne uygun olarak yapılmış imtiyaz sözleşmeleri ve bunlara ilişkin olarak sonradan yapılmış anlaşmalar geçerli tutulmuştur.” Türk Heyeti İngiltere, Fransa ve İtalya’ya birer mektup vererek bu hükmü tamamlamıştır. Buna göre, “(…) Barış Antlaşmasının imzası gününden başlayarak, 5 yıllık bir süre içinde, anılan günden sonra yapılacak sözleşmelerle, Türk Hükümeti (…) yabancı endüstriye ya da sermayeye başvurmayı düşünürse, sözü geçen ortaklıklara bu düşüncesini bildirecek ve onların herhangi bir kişi ya da ortaklıkla tam bir eşitlik içinde rekabete girmesine olanak verilecektir.” Barış Antlaşmasının imzalanmasını geciktiren sorunlardan biri de imtiyazlar konusuydu. Bu sorun da yukarıda özetlenen yöntemle fazla ödün de verilmeden çözüme kavuşturulmuştur.
Yukarıdaki satırlarla, Lozan’daki barış görüşmelerinin havası yansıtılmaya ve antlaşma ile eklerinin içeriği hakkında özet bilgi verilmeye çalışılmıştır. Muhakkak eksiği vardır. Burada kullanılan yöntemle anlatılmak istenen husus, Lozan Barış Antlaşması’nın, tarihi bir süreçte, birbirini izleyen bir olaylar zinciri sonunda belli koşullarda elde edilebilmiş bir sonuç olduğudur.
Lozan Barış Antlaşması’nın gizli hükümler içerdiği, yüz yıllık bir yürürlük süresi bulunduğu ve benzeri aslı olmayan birtakım iddialara da rastlanmaktadır. Bunlar geçersizdir. Antlaşma ve ekleri açıktır ve bilgi edinmek için erişile bilinir. Süresizdir.
“LOZAN’A GİDEN YOL” başlığı ile 18 Temmuz’dan başlayıp 26 Temmuz’a kadar sürdürülen tarihsel bilgi selini bir genel değerlendirme ile sonlandırmak yerinde olur.
Lozan Barış Antlaşması yalnız Kurtuluş Savaşını değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun ardıl Devleti olarak Türkiye bakımından Birinci Dünya Savaşını da sona erdirmiştir. Antlaşmanın giriş bölümünde yer alan, “Bir yandan İngiliz İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan (…) , öte yandan, Türkiye, 1914 yılından beri Doğu’nun huzurunu bozan savaş durumuna kesin bir son vermek için (…)” ifadesiyle bunu belirtmektedir. Savaş durumunu sona erdirip barışı kuran bir bağıtta süreyle ilgili hiçbir kayıt olmaması doğaldır.
Birinci Dünya Savaşından sonra yapılan barış antlaşmaları arasında yalnız Lozan ayakta kalmıştır. Çünkü hiçbir zaman yürürlüğe girmemiş olan Sevr dâhil bu bağıtların hepsinin çok ağır hükümleri, savaşı kazanan Devletler tarafından yenilen Devletlere dikte edilmiştir. Lozan Barış Antlaşması ise, beş buçuk ayı masa başında ve iki buçuk ayı da çeşitli diplomatik yollardan olmak üzere 8 ay boyunca yapılan sıkı pazarlıkların ve hararetli müzakerelerin sonunda büyük bir uzlaşmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu uzun müzakere sürecinde Türkiye konferansa katılan diğer Devletlerle “eşit” muamele görme konusunda son derece hassas ve titiz olmuştur.
Lozan Barış Antlaşması, kapitülasyonlar, çeşitli imtiyazlar ve dış borçlarla yarı bağımlı duruma düşmüş olan Osmanlı İmparatorluğu yerine, onun ardıl Devleti olarak, bağımsız Türkiye’nin kuruluşunu ve uluslararası topluluk tarafından eşit bir üye olarak tanınmasını tescil eden temel belgedir. Bu anlamda, Antlaşma, bağımsız bir ulusal Devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedidir. Hepimiz için bir onur belgesidir. Ona sahip çıkalım.






Yorumlar